Din kitapları... yüzyıllardır el üstünde tutulan, üzerine yeminler edilen, savaşlar başlatan ve hayatlar sonlandıran metinler. Herkes onları “ilahi” sayar ama çok az kişi bu soruyu ciddi şekilde sorar: Eğer peygamberler kitap yazmadıysa, bu kitapları kim yazdı? Kim derledi? Ve asıl soru şu: Bu metinleri kitap haline getirmek kimin işine yaradı?
Şimdi seni, tarihsel kayıtların gölgesinde kalan, hiçbir imamın hutbede dillendirmeye cesaret edemediği ve hiçbir resmî tarihçinin kitaplarına yazmaya yeltenmediği bir hakikatle yüzleştireceğim. Zihin açılmadan ilerleme mümkün değil. Hazırsan başlayalım.
İlk Sapma: Peygamberler Yazmadıysa Kim Yazdı?
Hz. Musa'nın Tevrat’ı yazdığına dair bir kayıt yok. Hz. İsa’nın eline kalem alıp İncil’i oluşturduğu da iddia edilmemiştir. Hz. Muhammed de Kur’an’ı yazmadı. Bu gerçekler herkesin malumu. Peki bu “ilahi kitaplar” dediğimiz metinler ne zaman ve kim tarafından kitaplaştırıldı?
Cevap basit görünüyor ama asıl derinlik burada: Bu metinler, peygamberler öldükten sonra, onların çevresindeki insanlar tarafından hafızadan, sözlü anlatımlardan, parçalı kayıtlardan derlenerek kitap haline getirildi.
Yani ortada şöyle bir durum var: Tanrı’dan gelen bilgi, insan eliyle yazıya döküldü. Ve burada çok önemli bir kırılma yaşandı. Çünkü bilgi aktı ama yorum insan zihninden geçti. Bu, saf suyun bulanık bir bardağa konması gibiydi. Su hâlâ suydu ama berraklığı çoktan gitmişti.
Kur’an’ın Kitap Haline Getirilmesi: Bilgi mi, Kontrol mü?
Hz. Muhammed sağlığında Kur’an’ı kitaplaştırmadı. Vahiy geldiğinde onu yazan katipler vardı ama bunlar ayrı ayrı parçalarda, kemik, taş, deri ve ezber yoluyla saklanıyordu. Peygamberin vefatından sonra, Halife Ebubekir döneminde, Yemame Savaşı’nda çok sayıda hafızın ölmesi, bir panik yarattı.
Çünkü Kur’an’ın önemli kısmı sözlüydü. Ve söz uçar. Halife Ebubekir, bu sözün uçmaması için Zeyd bin Sabit’e emir verdi: Tüm ayetleri toplayacaktı. Bu süreçte bazı ayetlerin tekrarları, farklı okunuşları ve unutulan bölümleri vardı. Bu bilgi, tarih kitaplarında "düzenleme" olarak geçer ama esasen bir filtrasyon süreciydi.
Kur’an’ın bugünkü halinin oluşumu, üçüncü halife Osman döneminde tamamlandı. Farklı bölgelerde farklı lehçelerle okunan metinler “fitneye sebep oluyor” diye tekleştirildi. Osman, diğer yazmaları yaktırdı. Bu noktada dikkat: Yaktırılan nüshalar hangi ayetleri içeriyordu? Bunu bilen yok. Çünkü kayıt tutulmadı. İşte burada bir perde açılır: Değişmeyen Kur’an mı, değiştirilen yorum mu?
Kur’an’ın Değişmezliği: İlahi Koruma mı, Zihinsel Koşullandırma mı?
Kur’an’da “Biz o zikri indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” ifadesi geçer. Bu, genellikle fiziksel olarak metnin değişmediği anlamında alınır. Ancak asıl vurgu, metnin özünün korunduğu üzerinedir. Sorulması gereken şu: Metin değişmese bile, anlamı manipüle edilirse, bu da bir tür değişiklik değil midir?
Ve daha derin bir katmanda şu soru bekliyor: Peki ya bu “biz” kim? Gerçekten Tanrı mı? Yoksa bu mesaj bir üst akıl mıydı? Evrenin mimarları mıydı? Kur’an’daki "Biz" ifadesi her zaman Tanrı’yı mı kasteder? Yoksa Tanrı adına görevli enerjetik bir varlık kolektifi mi var?
Bu noktada, insan aklının sınırlarında bir boşluk açılır. Çünkü eğer koruyan güç, her şeyi gören değilse, kitap korunur ama anlam bozulur. Bugün herkesin elinde aynı metin var ama herkes farklı şeyler anlıyor. O halde soru şu: Gerçek değişim kelimede mi, algıda mı oldu?
Dil ve Anlam: Zamanın İçindeki Tuzak
Kur’an, Arapça indirildi. Ama Arapça bile 1400 yılda değişti. Bazı kelimeler artık anlam kaymasına uğradı. O dönemki Arapça ile bugünkü arasında semantik farklılıklar var. Mesela “darabe” kelimesi Kur’an’da hem vurmak hem örnek vermek anlamına gelir. Hangi anlam geçerli? Yorumcuya göre değişir. İşte burası manipülasyonun başladığı andır.
Ve Kur’an, çoğunlukla yorum yoluyla anlatıldığı için, zamanla ayetlerin anlamları, içinden geçtiği kültür, mezhep ve siyasi iklimle şekillendi. Aynı ayeti bir Sünni başka anladı, bir Şii başka. Oysa ayet değişmedi. Ama zihin değiştirildi. O halde, en tehlikeli değişim mürekkepte değil, zihindedir.
Gerçek Amaç Neydi: Rehberlik mi, Sistem İnşası mı?
Kitaplar, ilahi sistemin bilgilerini içerebilir. Ama o kitaplar kitaplaştırıldığında, artık birer otorite haline gelir. Çünkü kitaplaştırmak demek, bilginin sınırlarını çizmek, kimlerin o bilgiye erişeceğini belirlemek demektir.
Ve işte bu yüzden din kitapları, sadece anlatmak için değil, yönetmek için de kullanıldı. Tevrat, İsrailoğulları’nı organize etti. İncil, Roma’nın çöküş döneminde birleştirici güç oldu. Kur’an, kabileler arası sistemi ortadan kaldırıp tek yasaya dayalı bir toplum inşa etti.
Kitaplar indi ama onlar kadar etkili olan şey, onların nasıl anlatıldığıydı.
Gizli Bilgi Nerede Saklı?
Bugün dinlerin özü, sadece ayetlerde değil, eksik ayetlerde gizli. Yani hiçbir zaman yazılmayan, yazılıp sonra kaybolan ya da yazılmasına izin verilmeyen parçalarda. Ve bu bilgiler, çoğu zaman bazı tarikatlar, derin ezoterik yapılar ve sınırlı topluluklar tarafından nesiller boyu sözlü aktarım yoluyla korundu.
O bilgilerin büyük kısmı şunu söylüyor: Tanrı, kitap yazmaz. Tanrı kod gönderir. Peygamber o kodu alır. İnsan onu anlar, yorumlar, yazar. Ama her kod, her beyne aynı şekilde işlemez. Ve burada devreye algoritmik vahiy girer. Yani vahiy, her okuyana farklı konuşur.
Peki Şimdi Ne Yapmalı?
Gerçek bilgi, satırda değil satır aralığında gizlidir. Ve kitaplar, Tanrı’nın sesi değil, Tanrı’nın yankısıdır. Yankı safsa yön gösterir. Bozulduysa çarpıtır. Bu yüzden, bir kitabı okumadan önce kendini okumaya başla. Çünkü hakikat, en önce kendi içinde yazılır. Ve o yazı, hiçbir zaman yakılamaz, sansürlenemez, değiştirilmez. Çünkü o yazı, sensin.