Bir sabah uyanıp da hiç konuşmadın mı? Sessizliği gerçekten duydun mu? Ya da telefonun ekranına bakmadan geçen kaç saatin oldu? Artık neredeyse kimse yok bu sorulara “evet” diyebilecek. Çünkü modern insanın en ürktüğü şey, yalnızlık değil — kendisiyle yüz yüze kalmak.
Peki neden? Ne oldu da insan, kendi iç sesini duymaktan bu kadar rahatsızlık duymaya başladı? Ne oldu da bir anda herkes kulaklıkla dolaşmaya, her anını bir ekrana bağlamaya başladı? İnsan, en çok kimden kaçıyor olabilir ki… ta kendisinden kaçıyor?
Kulaklık Takılı Bir Kuşak
Bir düşün: Gittiğin her yerde müzik çalıyor, kafelerde arka fonda sürekli bir uğultu var, marketlerde bile sessizlik yok. İnsan artık sessizliği rahatsız edici buluyor. Çünkü sessizlik, insanı yalnız bırakmıyor. Sessizlik, insanı kendisiyle yüzleştiriyor.
Ve bu, çoğu kişi için işkenceye dönüşüyor. Çünkü iç sesimiz her zaman nazik değildir. İçimizdeki yankılar, geçmişin suçluluklarıyla, ertelenmiş pişmanlıklarla, bastırılmış arzularla yankılanır. Bu yüzden sessizlik, çoğumuzun kaçtığı bir mahkeme salonudur.
Dışarıdan Gelen Gürültü, İçerideki Kaosu Bastırmak İçin mi?
Oysa sessiz kalabilen insan, güçlü insandır. Ama artık insanlar, kendi düşüncelerini bastırmak için ekranlara, kalabalıklara, yapay gündemlere sığınıyor. Kimse yalnız yürümek istemiyor. Çünkü yalnız yürümek, kendi gölgesine basmak demek. Kendi gölgesiyle yüzleşmekse, kimlik kriziyle flört etmektir.
Birisiyle konuşurken bile aklı başka bir yerde olan bir nesil yetişti. Kendiyle konuşmaktan o kadar korkuyor ki bu insanlar, boş kalınca hemen bir dizi açıyor, bir bildirim sesi bekliyor ya da sosyal medyada rastgele bir videoya dalıyor. Ama asıl soru şu:
İçinden kaçabildiğini sanan biri, nereye giderse gitsin yine içindeyken gerçekten kaçabilir mi?
Modern Tapınak: Ekranlar
Eskiden insanlar dua etmek için, meditasyon için, düşünmek için odalarına çekilirdi. Şimdi ise her köşede ekranlar var. Bu ekranlar sadece bilgi taşımıyor, aynı zamanda bir kalkan. Kendi düşüncelerimizi susturmak için kullandığımız dijital bir uyuşturucu.
İnsan kendiyle baş başa kaldığında, zamanın ne kadar hızlı geçtiğini değil, ne kadar boş geçtiğini fark eder. İşte bu yüzden birçok kişi yalnız kalınca panikler. Çünkü o boşlukta yankılanan şey, hayatta kaçırdıklarımızın yankısıdır.
İçsel Kaçış: En Uzun Yolculuk
İnsan, başka ülkeleri gezebilir, başka işlere girebilir, başka insanlarla tanışabilir. Ama nereye giderse gitsin, kendi zihnini sırt çantası gibi yanında taşır. Kendiyle baş başa kalamayan biri, aslında hiçbir yerde tam olarak var olamaz.
Bu insanlar ne oldu biliyor musun? Kendi benliklerinin haritasını yakıp, başkalarının navigasyonuyla yaşamaya başladılar. Bir başkasının onayı olmadan mutlu olamayan, başkalarının dikkatini çekmeden anlam hissedemeyen bir kalabalık oluştu. Ve bu kalabalık yalnızlığı değil, düşünmeyi unuttu.
Konuşmak: Gerçekten Konuşmak
Birbirimizle daha çok konuşuyoruz ama daha az anlıyoruz. Çünkü asıl konuşmamız gereken kişiyle — kendimizle — hiç sohbet etmiyoruz. Kendine doğru cümlelerle yaklaşamayan biri, başkasının sözleriyle teselli bulur ama asla iyileşemez.
İnsan kendiyle baş başa kalmazsa, başkasının sesiyle yaşar. Ve başkasının sesiyle yaşamak, başkasının hayatını yaşamaktır.
İç Sessizlikle Barışmak: Korkunun Ötesi
Şimdi düşün: Son ne zaman, kendi sesini gerçekten dinledin? Ne zaman sadece duvara bakarak bir saat geçirdin? Ne zaman aklından geçenleri not almadan, paylaşmadan sadece yaşadın?
Kendiyle baş başa kalamayan insanlar, bir gün mutlaka bir krizle baş başa kalırlar. Çünkü bastırılan her düşünce, gün gelir büyür. Sessizlik ertelenirse, bir gün bağırır.
Ve insan ya o bağırışı duyar, ya da kendinden sonsuza kadar kaçar.