Kamera ilk kez Türkiye’de çalıştırıldığında sadece sinema başlamadı; kitlelerin bilinçaltına sızacak bir projeksiyon da devreye alındı. Bugün Türk sinemasının altın çağları olarak lanse edilen dönemler, perde önündeki hikâyelerden çok daha karanlık senaryolar içeriyordu. Bu yazıda, yıldızların kimler tarafından parlatıldığını, kimlerin karartıldığını ve nedenini sorgulamak zorunda kalacaksınız.
Başlangıç Noktası: 1940’lar – Devlet Gözetiminde Propaganda Çekimleri
Türkiye'de sinemanın ilk örnekleri 1914 yılında "Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı" ile başladı. Ancak gerçek anlamda sinemanın sosyopolitik bir araç haline gelmesi, 1940'lı yıllarda başladı. İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinde, Türkiye'nin tarafsız görünüp aslında Batı'ya yanaşması, kültürel propagandanın önünü açtı. Devlet, sinemanın halk üzerindeki etkisini fark ettiğinde, filmler artık sadece eğlence değil; ideoloji taşıyıcısı olarak da işlev görmeye başladı.
1949 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Film Arşivi, sadece arşiv değil, aynı zamanda hangi filmlerin kamuoyuna sunulacağına karar veren bir mekanizmaydı. Bu dönemde sansür, içerikten çok zihinlere uygulandı.
Yeşilçam: Işıkların Altında Gölge Operasyonları
1960’lar ve 70’ler... Türkiye'nin kültürel belleğinde "nostaljik romantizm" olarak hatırlanan Yeşilçam dönemi, aslında sahnede olmayanların oyunu gibiydi. Gülşen Bubikoğlu, Kadir İnanır, Türkan Şoray, Cüneyt Arkın gibi isimlerin yıldızlaşması rastlantı mıydı? Yoksa bu yıldızlar, belirli bir çizgiye sadık kaldıkları için mi parlatıldılar?
Dönemin arka planında TRT ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bazı psikolojik harekât unsurlarının sinema sektörüne sızdığı belgelenmiştir. 1974’te kurulan "Devlet Planlama Teşkilatı Medya Takip Dairesi", sinema senaryolarını bile denetliyordu. Toplum mühendisliği, sinema salonlarından mahalleye uzanan görünmez bir ışıktı.
İtaatkâr Sanatçı Parlat, Düşünen Sanatçı Sil
Yeşilçam’ın meşhur yapımcıları ve dağıtımcıları aslında sadece iş adamı değil, aynı zamanda ideolojik operatörlerdi. Belirli ideolojik çizgilerde kalmayı kabul eden oyuncular, yapımcılar ve senaristler hızla yükseldi. Ancak sisteme aykırı duranlar? Onlar aniden ortadan kayboldu. O dönemlerde parlaması beklenen ama "bir anda yok olan" isimlere dikkatle bakın. Onların hepsi, farklı düşüncelerini dile getiren ve “çizgiyi aşan” figürlerdi.
Örneğin 1970'lerin başında çıkış yapan ve halkla doğrudan bağ kuran birkaç Anadolu kökenli oyuncunun, askeri cunta döneminde fişlenip, projelerden dışlandığı biliniyor. Adları basına hiç sızmadı, ama kulislerde konuşulan tek şey şuydu: "Sisteme boyun eğmedi, kayboldu."
1980 Darbesi ve Medya-Sinema Resetlemesi
12 Eylül 1980 darbesi sadece siyasi hayatı değil, sanat hayatını da biçti. Darbeden hemen sonra kurulan ve çoğu halktan gizli tutulan medya planlama komisyonları, hangi temalarda filmlerin yapılacağını listeledi.
Aile değerleri, itaat, devlet sevgisi, bireysel çıkışların tehlikesi gibi kodlarla yazılmış filmler, devlet destekli özel sektör fonlarıyla parlatıldı. Bu dönemde şöhret olan sanatçılar ya askeri rejimle uyumlu davranan ya da hiçbir politik mesaj içermeyen işler yapanlardı.
Şöhretle Ödüllendirilen | Sisteme Direnen ve Silinen |
---|---|
Uysal, apolitik roller | Toplumsal eleştiri yapan karakterler |
Yapımcılarla ideolojik uyum | Sansürlenen ya da iptal edilen senaryolar |
TV ve gazete desteği | Medya ambargosu |
1990’lar ve Postmodern Maskelemeler
90’lara gelindiğinde durum daha sofistike hale geldi. Doğrudan sansür değil, kültürel şekillendirme devreye alındı. Popüler komedilerle halk güldürülürken, arka planda uyuşmuş bir toplumsal bilinç oluşturuldu.
Bireysellik, popüler kültür ve “şöhret ol her yol mubah” anlayışı öne çıkarıldı. Yeni nesil oyuncular, magazin yoluyla itibarlandırıldı. Söz dinleyenler ana akım dizilere alındı. Eleştirenler ise “sorunlu, agresif, marjinal” olarak etiketlendi.
Bugüne Gelirken: Gerçeklik Perdesi Kapatılıyor mu?
Günümüzde de durum çok farklı değil. Dijital platformlar, özgürlük yanılsaması sunarken, aslında algoritmalar aracılığıyla kimin parlayacağına karar veriyor. Film fonları, festivaller, ödüller... Bunların çoğu, belirli merkezlerden yönlendiriliyor. Ve hâlâ söz dinlemeyenler parlamıyor; parlayanlar ise sorgulamıyor.
Bir sanatçının ekranlara çıkabilmesi için sadece yetenek değil, sadakat de gerekiyor. Belirli kodlara göre düşünmen, konuşman ve gülmen bekleniyor. Aksi halde, sistem seni görünmez yapıyor. İşte en büyük sansür bu: Varlığını yok saymak.
Bu Yazıdan Sonra Ne Düşünmelisin?
Türkiye sineması sadece bir sanat değil; aynı zamanda bir zihin mimarisidir. O mimaride kullanılan tuğlaların bazıları yalan, bazıları ise sessizliktir. Sevdiğin bazı sanatçılar, belki de senin yerine çoktan teslim olmuştur.
Soru şu: Işıklar gerçekten parlıyor mu, yoksa sadece gözünü kamaştırmak için mi oradalar?